Orta Asya’dan Anadolu’ya: Türk Göçlerinin Başlangıcı
Orta Asya’daki İlk Türk Toplulukları ve Yaşam Biçimi
Türklerin Anadolu’ya yerleşme sürecini anlamak için önce Orta Asya’daki kökenlerine bakmak gerekir. Tarihçiler, Türklerin anayurdunun Orta Asya’da, Altay Dağları ile Aral Gölü arasındaki geniş coğrafya olduğunu kabul eder. Bu bölge, iklimi sert, bozkırları geniş ve yaşam koşulları zorlu bir coğrafyaydı. Bu nedenle Türk toplulukları tarih boyunca konar-göçer bir yaşam tarzı benimsemişti. Hayvancılık, özellikle at yetiştiriciliği, ekonomik hayatın temelini oluşturuyordu. Aynı zamanda demir işçiliğinde ileri olmaları, onları diğer kavimlerden ayıran bir özelliktir. Nitekim Çin yıllıkları, Hun ve Göktürk topluluklarının silah yapımında usta olduklarını ve savaşlarda bu becerileriyle öne çıktıklarını kaydeder.
Bu dönemde Türk toplulukları kabileler hâlinde örgütlenmişti. Her kabile, “boy” olarak adlandırılan küçük siyasi birimlerdi. Bu boylar arasında zaman zaman ittifaklar kuruluyor, zaman zaman ise çatışmalar yaşanıyordu. Ancak ortak bir kültürel yapı vardı: dil birliği, töre adı verilen yazısız hukuk kuralları ve atlı savaş geleneği. Orta Asya’nın geniş bozkırları, hareketli yaşam tarzına uygun bir alan sağlıyordu; fakat artan nüfus, iklim değişiklikleri ve kabile savaşları, Türklerin zamanla yeni topraklar arayışına yönelmesine neden oldu. İşte bu arayış, Anadolu’ya kadar uzanacak uzun göçlerin ilk kıvılcımı oldu.
Tarihte Devletler En Fazla Neye Para Harcadı?
Osmanlı'da Kullanılan İlk Tüfek Ne Zamandı?
Roma İmparatorluğu Neden Bu Kadar Uzun Sürdü?
Büyük Göç Dalgaları: 4. ve 6. Yüzyıllar Arası Hareketlilik
Türk tarihindeki ilk büyük göç hareketi, M.S. 4. yüzyılda Hunların batıya yönelmesiyle başlamıştır. Çin baskısı ve Orta Asya’daki kuraklık, Hun topluluklarını batıya, yani Hazar Denizi ve Karadeniz çevresine doğru göç etmeye zorladı. Bu süreçte Avrupa Hun Devleti kuruldu ve Attila’nın liderliğinde Orta Avrupa’ya kadar uzanan bir etki alanı oluşturuldu. Her ne kadar bu dönemde Anadolu’ya doğrudan bir yerleşim söz konusu olmasa da, Türk kavimlerinin hareketliliği Bizans sınırlarına kadar ulaşmıştır. Bu durum, Bizans kaynaklarında “Scythae” ya da “Hunnos” adıyla anılan savaşçı toplulukların kayıt altına alınmasına neden olmuştur.
6. yüzyılda Göktürkler, Orta Asya’da ilk büyük Türk imparatorluğunu kurarak Türk tarihinin siyasi birlik anlamında yeni bir evresine geçmesini sağladı. Ancak Göktürkler döneminde de nüfus artışı, iklimsel zorluklar ve ticaret yolları üzerindeki hâkimiyet mücadeleleri göç hareketlerini teşvik etti. Özellikle batıya yönelen Oğuz, Kıpçak ve Karluk boyları, Aral Gölü’nün batısına ve Hazar’ın kuzeyine doğru ilerledi. Bu süreçte Türk toplulukları yavaş yavaş Hazar Denizi’nin batısındaki topraklarda, yani bugünkü Kafkasya ve İran coğrafyasında görünmeye başladı. Bu bölgeler, Anadolu’ya geçişin doğal köprüleri haline geldi.
Göç Nedenleri: İklim, Nüfus ve Siyasi Baskılar
Türk göçlerinin yalnızca savaş ya da fetih amacıyla yapılmadığı, çok yönlü nedenlere dayandığı tarihçiler tarafından vurgulanır. Öncelikle Orta Asya’nın iklimi bu göçlerde belirleyici olmuştur. Kurak dönemlerin yaşanması, hayvancılıkla geçinen toplulukları zor durumda bırakıyordu. Bu nedenle verimli otlaklara sahip batı bölgeleri cazip hale gelmişti. İkinci olarak, kabilelerin artan nüfusu mevcut kaynakların paylaşımını güçleştiriyordu. Bu durum zaman zaman iç çatışmalara yol açıyor, kabileleri yeni yaşam alanlarına yönlendiriyordu.
Üçüncü ve en önemli etken, Çin İmparatorluğu’nun kuzeydeki Türk boylarına uyguladığı siyasi baskılardı. Çin Seddi’nin inşası da bu saldırılara karşı bir savunma politikası olarak ortaya çıkmıştır. Çin kaynakları, Türklerin zaman zaman bu duvarı aşarak güney yönünde akınlar düzenlediklerini, ancak uzun vadede batıya yönelmenin daha avantajlı görüldüğünü belirtir. Bu yönelim, Türklerin hem ekonomik hem de kültürel açıdan farklı uygarlıklarla temas kurmalarına yol açtı. Özellikle İran, Bizans ve Arap dünyasıyla kurulan temaslar, Türklerin Anadolu’ya ilerlemesinde belirleyici bir etki yarattı.
Anadolu’ya İlk Ulaşan Türk Boyları Hakkında Tarihî Kayıtlar
Anadolu’ya Türk göçlerinin izleri, 6. ve 7. yüzyıllardan itibaren tarihî kaynaklarda görülmeye başlar. Bu dönemde Bizans kronikleri, Kafkasya üzerinden gelen bazı Türk boylarının Anadolu’nun kuzeydoğusuna kadar ulaştığını kaydeder. Özellikle Sabar (Sabir) Türkleri, 6. yüzyıl ortalarında Kars ve Erzurum çevresine kadar akınlar düzenlemiştir. Ancak bu akınlar geçici niteliktedir; yerleşim değil, daha çok yağma ve keşif amaçlı hareketlerdir.
7. yüzyılda ise Hazar Türkleri, Hazar Denizi’nin kuzeyinde güçlü bir devlet kurarak bölgedeki ticaret yollarını denetim altına aldı. Hazarların Bizans’la kurduğu diplomatik ilişkiler, Türklerin Anadolu’ya yaklaşmasını kolaylaştırdı. Ancak bu dönemde de Anadolu’ya kalıcı bir yerleşim söz konusu değildir. Türk boyları genellikle Kafkasya ve Azerbaycan hattında yoğunlaşmış, Anadolu’ya yalnızca akınlar düzenlemiştir. Bu durum, Türklerin Anadolu’ya “ilk temas” dönemini temsil eder, ancak henüz kalıcı bir nüfus hareketi yaşanmamıştır.
2. Dünya Savaşı'nda Kullanılan En Garip Silahlar Nelerdir?
Osmanlı'da Okuma Yazma Bilme Oranı Kaçtı?
Sümerlerin Neden Uzaylılarla Bağlantılı Olduğu Düşünülür?
Özetle, 6. ve 7. yüzyıllar Türklerin Anadolu’ya yöneliminin başlangıcıdır; fakat bu dönemde yerleşim geçici ve sınırlıdır. Gerçek anlamda Anadolu’ya “kesin yerleşim”, Malazgirt Savaşı sonrasında, yani 11. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşecektir. Ancak bu erken dönem göçleri, ilerleyen yüzyıllarda Anadolu’nun kapılarını açacak kültürel ve stratejik bağlantıların temelini atmıştır.
Selçuklular Öncesi Türk Varlığı: Erken Temaslar
Bizans ve Türkler Arasındaki İlk Karşılaşmalar
Türklerin Anadolu’ya kesin yerleşmesinden önce, Bizans İmparatorluğu ile Türk boyları arasında yüzyıllara yayılan bir etkileşim dönemi yaşanmıştır. Bu ilişkiler, kimi zaman savaş ve akınlar, kimi zaman da diplomatik anlaşmalar şeklinde gelişmiştir. 6. yüzyılda kurulan Göktürk Kağanlığı, Bizans İmparatorluğu ile doğrudan ilişki kuran ilk Türk devleti olarak bilinir. 568 yılında Bizans elçisi Zemarkhos, Orta Asya’ya giderek Göktürk hükümdarı İstemi Yabgu ile bir ittifak antlaşması yapmıştır. Bu antlaşmanın amacı, iki devletin ortak düşmanı olan Sasaniler’e karşı iş birliği yapmaktı. Bu diplomatik temas, Türklerin Batı dünyasıyla kurduğu ilk resmî ilişkilerden biri olarak tarihe geçmiştir.
Bu dönemde Bizans kaynaklarında Türkler “Türkoi” veya “Turkoi Huns” şeklinde anılır. Bu kayıtlar, Türklerin Bizans’ın doğu sınırlarına kadar geldiklerini ve zaman zaman sınır çatışmalarına karıştıklarını gösterir. Ancak bu temaslar, kalıcı bir yerleşim veya nüfus aktarımına yol açmamıştır. Türk toplulukları o dönemde hâlâ göçebe bir yaşam sürdürdüklerinden, Anadolu’ya geçici akınlar düzenlemiş ama uzun süreli hâkimiyet kurmamışlardır.
Sabar (Sabir) ve Hazar Türklerinin Anadolu Çevresindeki Faaliyetleri
6. yüzyılın ortalarına doğru, Kafkasya bölgesinde etkin olan Sabar (Sabir) Türkleri, Anadolu tarihine ilk defa doğrudan temas eden Türk topluluğu olmuştur. Bizans kaynaklarında “Sabiroi” olarak geçen bu topluluk, özellikle 515-520 yılları arasında Bizans’ın müttefiki olarak Sasaniler’e karşı savaşmıştır. Bu iş birliği, Bizans’ın doğu sınırlarını korumasına yardımcı olmuş, Türklerin ise bölgeyi tanımasını sağlamıştır. Ancak Sabir Türkleri kalıcı bir yerleşim gerçekleştirememiş, kısa süre sonra tarih sahnesinden çekilmiştir.
7. yüzyılda sahneye çıkan Hazar Türkleri ise bölgenin siyasi dengesini kökten değiştirmiştir. Hazarlar, güçlü bir devlet yapısı kurarak Karadeniz’in kuzeyinden Kafkasya’ya kadar geniş bir alanda etkili oldular. Başkentleri İtil (bugünkü Volga bölgesi) olan Hazarlar, Bizans ile dostane ilişkiler geliştirdi. Hatta bazı dönemlerde Bizans ordusunda Hazar kökenli paralı askerlerin görev aldığı bilinmektedir. Bu durum, Türklerin Bizans askeri sistemiyle doğrudan temas kurmasını sağlamıştır. Buna rağmen Hazarların Anadolu’ya kalıcı bir yerleşimi olmamıştır; hâkimiyet alanları genellikle Kafkasya ve Hazar Denizi çevresiyle sınırlı kalmıştır.
Abbasiler Döneminde Anadolu’ya Türk Akınları
8. ve 9. yüzyıllar, Türklerin İslam dünyasıyla yoğun temas kurduğu dönemdir. Abbasiler, güçlü bir ordu kurmak amacıyla Orta Asya’daki Türk topluluklarından asker devşirmeye başlamıştır. Bu askerler, zamanla “Türk Gulam” veya “Türk Samarra Muhafızları” olarak anılan elit birlikleri oluşturdu. Türklerin savaşçılık yetenekleri kısa sürede Arap komutanların dikkatini çekti. Bu dönemde birçok Türk komutan, Abbasi ordusunda görev aldı ve zamanla önemli mevkilerde yükseldi. Örneğin ünlü Türk komutan Afşin, 9. yüzyılda Bizans topraklarına yapılan seferlerde etkin rol oynamıştır.
Abbasiler döneminde Türklerin Bizans sınırlarına yaptığı bu seferler, Anadolu içlerine kadar uzanan ilk ciddi askeri hareketlerdir. Özellikle Doğu Anadolu’nun yüksek platolarına (Erzurum, Malatya, Bitlis çevresi) yapılan akınlar, hem bölgenin stratejik yapısını hem de iklim koşullarını tanımalarını sağladı. Ancak bu dönemdeki Türk varlığı hâlâ “geçici askerî varlık” düzeyindedir. Türk komutanlar ve birlikleri savaş bitiminde geri dönüyor, bölgeye kalıcı olarak yerleşmiyordu. Buna rağmen, bu akınlar Türklerin Anadolu coğrafyasını tanımasını ve gelecekteki yerleşim planlarını kolaylaştırdı.
10. Yüzyılda Türkmen Gruplarının Doğu Anadolu’ya Yerleşme Denemeleri
10. yüzyıldan itibaren, özellikle Oğuz Türkleri olarak bilinen boyların batıya doğru hareketi hız kazandı. Bu dönemde Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinde yoğunlaşan Türkmenler, Karahanlılar ve Gazneliler gibi devletlerin baskısıyla yeni yaşam alanları aramaya başladılar. Bu göç hareketleri sonucunda bir kısım Türkmen grupları İran üzerinden Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya ulaştı. Bu bölgelerde Bizans sınırlarına yakın noktalarda geçici kamplar kurdular. Özellikle Van Gölü çevresi, bu dönemde Türk göçmen topluluklarının geçici olarak konakladığı bir alan haline geldi.
Bizans kaynaklarında “Persikoi” veya “Turkoman” olarak geçen bu Türkmen topluluklarının, Bizans köyleriyle zaman zaman çatıştığı, zaman zaman ise ticaret yaptığı kayıtlıdır. Bu temaslar, iki taraf arasında hem çatışma hem de kültürel etkileşimi beraberinde getirdi. Türkmenlerin bölgeye getirdiği hayvancılık kültürü, Bizans’ın yerleşik tarım ekonomisiyle karşılaştığında yeni bir ekonomik denge oluştu. Bu dönem, Türklerin Anadolu’ya yalnızca askerî akıncı olarak değil, “göçmen topluluklar” hâlinde giriş yapmaya başladıkları bir evreyi temsil eder.
Türk Varlığının Kalıcılaşma Öncesi Aşaması
Selçuklular öncesi dönemde Türklerin Anadolu’ya yerleşimi kesin olarak tamamlanmamış olsa da, bu yüzyıllarda atılan adımlar gelecekteki kalıcılığın zeminini oluşturdu. Kafkasya ve Doğu Anadolu hattı, adeta bir “geçiş koridoru” görevi gördü. Türk toplulukları burada hem Bizans hem de yerel halklarla etkileşime girerek bölgeye alıştı. Ayrıca bu dönem, Türklerin savaş dışında tarım, ticaret ve hayvancılık gibi ekonomik faaliyetlerle de ilgilenmeye başladıkları ilk süreçtir. Bu değişim, konar-göçer yapının yerleşik hayata doğru evrilmesinde önemli bir basamaktır.
Özetle, Selçuklular öncesinde Anadolu’ya Türk akınları olmuş, kısa süreli yerleşimler denenmiş, hatta bazı bölgelerde kültürel etkileşim başlamıştır. Ancak bu hareketlilik henüz kalıcı bir yerleşim düzeyine ulaşmamıştır. Türklerin Anadolu’da gerçekten kalıcı bir nüfus oluşturması, Malazgirt Savaşı’ndan sonra, 11. yüzyılın ikinci yarısında mümkün olmuştur. Yine de bu erken temas dönemi, Anadolu’nun kapılarını Türk kültürüne yavaş yavaş açan öncü bir aşama olarak tarihteki yerini almıştır.
Malazgirt Savaşı ve Dönüm Noktası (1071)
Büyük Selçuklu Devleti’nin Yükselişi
Türklerin Anadolu’ya kesin olarak yerleşmesini sağlayan sürecin başlangıç noktası, hiç şüphesiz Büyük Selçuklu Devleti’nin yükselişidir. 10. yüzyılın sonlarında Orta Asya’daki Oğuz boylarından Kınık boyuna mensup Selçuk Bey’in torunları tarafından kurulan bu devlet, kısa sürede Horasan, İran ve Irak topraklarına hâkim olmuştur. Tuğrul Bey’in 1040 Dandanakan Savaşı’nda Gazneliler’i yenmesi, Selçuklulara bağımsız bir siyasi güç olarak tarih sahnesinde yer kazandırdı. Bu zaferin ardından Selçuklular hızla batıya yöneldiler. Bu yönelimin temelinde hem ekonomik nedenler (verimli toprak arayışı, ticaret yollarının denetimi) hem de siyasi hedefler (İslam dünyasının liderliği) bulunuyordu.
Tuğrul Bey döneminde başlayan genişleme, Alparslan devrinde sistemli bir fetih politikasına dönüştü. Alparslan, 1063 yılında tahta çıktığında devletin sınırları Horasan’dan Fırat Nehri’ne kadar uzanıyordu. Ancak Anadolu henüz Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altındaydı. Bizans yönetimi, 11. yüzyıl ortalarında iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri nedeniyle zayıflamıştı. Bu durum, Selçuklular için uygun bir fırsat yarattı. Alparslan’ın amacı, Bizans’ı doğudan baskı altına alarak hem sınır güvenliğini sağlamak hem de Türk boylarının göç edebileceği yeni yurtlar açmaktı. Bu hedef, Malazgirt Savaşı’na giden sürecin temelini oluşturdu.
Malazgirt’e Giden Süreç: Bizans ve Selçuklu İlişkileri
Selçuklular ile Bizans arasındaki ilişkiler, 1060’lı yıllarda hızla gerginleşti. Selçuklu akıncıları, Anadolu’nun doğusundaki Bizans kalelerini kuşatıyor, bölgedeki Türkmen toplulukları Bizans sınırlarını geçerek yerleşim kuruyordu. Bizans İmparatoru IV. Romanos Diogenes, bu gelişmeleri durdurmak için büyük bir sefer düzenlemeye karar verdi. 1071 yılında yaklaşık 100.000 kişilik bir ordu toplayarak doğuya hareket etti. Bu orduda sadece Bizans askerleri değil, Norman, Frank, Gürcü ve Peçenek paralı askerleri de bulunuyordu. Bizans’ın amacı, Selçukluları doğuya iterek Anadolu’daki Türk ilerleyişini durdurmaktı.
Alparslan ise o sırada Mısır’daki Fatımi tehdidine karşı sefer hazırlığı yapıyordu. Ancak Bizans ordusunun Doğu Anadolu’ya doğru ilerlediği haberini alınca yönünü hızla kuzeye, yani Malazgirt Ovası’na çevirdi. İki ordu, Ağustos 1071’de karşı karşıya geldi. Alparslan’ın ordusu yaklaşık 40.000 kişiden oluşuyordu ve sayıca üstün olan Bizans ordusuna kıyasla oldukça küçüktü. Buna rağmen Selçuklu ordusu son derece disiplinliydi ve savaş alanını iyi tanıyordu. Bu durum, savaşın kaderini belirleyecek unsurlardan biri olacaktı.
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi: Seyir ve Sonuç
26 Ağustos 1071 günü Malazgirt Ovası’nda iki ordu karşı karşıya geldi. Selçuklu ordusu klasik “Hilal taktiği”ni uyguladı. Bu taktik, ordunun merkezini geriye çekip kanatlardan düşmanı kuşatarak çevreleme esasına dayanıyordu. Alparslan, ordusunu sabah namazından sonra beyaz bir elbise giyerek sefere hazırladı ve askerlerine şu sözlerle seslendi: “Şehit olursam kefenim budur. Zafer kazanırsak, İslam’ın şanı yücelecektir.” Bu moral konuşması, ordunun motivasyonunu yükseltti.
Savaşın ilk aşamalarında Bizans ordusu ilerleme kaydetti; ancak akşama doğru Selçuklu kanat birlikleri çevreleme harekâtını tamamladı. Bizans ordusu büyük bir panik içine düştü. Ordunun içinde bulunan Peçenek ve Uz paralı askerleri, Türk kökenli oldukları için Selçukluların safına geçti. Bu durum Bizans ordusunun çözülmesine yol açtı. Akşam saatlerinde Bizans ordusu tamamen dağıldı, İmparator Romanos Diogenes esir alındı. Alparslan, esir imparatora büyük bir olgunlukla davrandı ve meşhur şu sözleri söyledi: “Benimle savaşmasaydın, ben seninle savaşmazdım. Sana kötülük yapmak istemem.”
Bu savaşın sonucunda Bizans ordusu büyük bir yenilgiye uğradı ve Anadolu’nun savunma hattı çöktü. Selçuklular, bu zaferle yalnızca Bizans’a karşı üstünlük sağlamadı; aynı zamanda Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi için kalıcı bir kapı araladı. Tarihçiler Malazgirt Savaşı’nı, “Anadolu’nun kapılarının Türklere açılması” olarak nitelendirir.
Anadolu Kapılarının Açılması mı, Yoksa Süreç Başlangıcı mı?
Malazgirt Savaşı genellikle “Türklerin Anadolu’ya girişinin başlangıcı” olarak tanımlanır; ancak bu tanım dikkatli değerlendirilmelidir. Zira 1071 zaferi, birdenbire tüm Anadolu’nun Türk yurdu haline geldiği anlamına gelmez. Bu savaş, Türklerin Anadolu’da kalıcı yerleşim kurabilecekleri siyasi ve askeri ortamı oluşturmuştur. Ancak kalıcı yerleşim süreci, Malazgirt’in hemen ardından değil, onu takip eden birkaç on yıl içinde gerçekleşmiştir. Bunun en önemli nedeni, Bizans’ın yenilgiye rağmen Anadolu’daki hâkimiyetini tamamen kaybetmemiş olmasıdır. Ayrıca Anadolu’nun farklı bölgelerinde Bizans valileri ve yerel güçler varlıklarını sürdürmüştür.
Malazgirt Zaferi’nin ardından Alparslan, fethedilen toprakların yönetimini Türkmen beylerine bıraktı. Bu beyler, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde beylikler kurarak hem askeri hem de idari düzeni sağladı. Ancak bu süreçte Anadolu’nun birçok bölgesi hâlâ savaş alanı durumundaydı. Yerleşim politikalarının istikrara kavuşması, 1080’li yıllarda Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Bu nedenle Malazgirt Savaşı, Türklerin Anadolu’ya “kesin yerleşiminin başlangıç noktası” değil, bu yerleşimin ön koşulunu oluşturan tarihsel bir dönüm noktası olarak değerlendirilmelidir.
Malazgirt Zaferi’nin Tarihî ve Sembolik Önemi
Malazgirt Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu zafer, Türklerin artık Anadolu’da kalıcı bir güç haline gelebileceğini göstermiştir. Ayrıca İslam dünyasında Selçukluların prestijini artırmış ve Alparslan’a “İslam’ın kılıcı” unvanı kazandırmıştır. Bizans açısından ise bu yenilgi, imparatorluğun Anadolu’daki kontrolünü büyük ölçüde kaybetmesine yol açmıştır. 11. yüzyılın sonlarından itibaren Bizans artık savunma konumuna geçmiş, Anadolu’nun iç bölgelerini yeniden ele geçirme girişimleri başarısız olmuştur.
Malazgirt’in sembolik değeri, sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir. Osmanlı döneminde bile bu savaş, “Türklerin Anadolu’ya girişi” olarak anılmış ve milli kimliğin tarihsel dayanaklarından biri haline gelmiştir. Modern tarih yazımında ise Malazgirt, bir “süreç başlangıcı” olarak değerlendirilir; çünkü Anadolu’nun tamamen Türkleşmesi ve İslamlaşması yaklaşık iki asır sürecek uzun bir dönem sonunda tamamlanmıştır. Bu nedenle Malazgirt, bir sonuç değil, büyük bir dönüşümün başlangıcıdır.
Türk Beylikleri Dönemi: Kalıcı Yerleşimin Başlangıcı
Malazgirt Sonrası Anadolu’nun Siyasi Dağınıklığı
1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da büyük bir siyasi boşluk oluştu. Bizans ordusunun yenilgisi, bölgedeki merkezi otoritenin zayıflamasına yol açtı. Bu dönemde Anadolu’nun doğu ve iç bölgelerinde Bizans valileri kendi bölgelerini savunmakta zorlanıyor, bazı yerel beyler ise bağımsız hareket etmeye başlıyordu. Bu durum, Türk boyları için yeni yerleşim alanları oluşturmak açısından elverişli bir ortam sağladı. Selçuklu Sultanı Alparslan, Anadolu’nun fethedilmesini ve yönetilmesini doğrudan kendisi yürütmek yerine, bu görevi Türkmen beylerine bıraktı. Böylece Türklerin Anadolu’da kalıcı olarak kök salacağı beylikler dönemi başladı.
Bu süreçte Anadolu, birbirinden bağımsız ama Selçuklu otoritesini tanıyan çok sayıda Türk beyliği tarafından yönetildi. Bu beylikler, Bizans’tan boşalan topraklarda hem askeri hem de ekonomik faaliyetleri organize ederek kalıcı yerleşimi hızlandırdı. Yerleşim süreci, özellikle Doğu ve Orta Anadolu’da yoğunlaştı. Erzurum, Erzincan, Sivas, Tokat ve Diyarbakır gibi şehirler Türklerin yeni merkezleri haline geldi. Türklerin göçebe yaşamdan yerleşik hayata geçişinde bu beyliklerin rolü belirleyici oldu.
Danişmentliler, Mengücekliler, Saltuklular ve Artukluların Rolü
Anadolu’da kalıcı Türk varlığının temelleri, 11. ve 12. yüzyıllarda kurulan ilk beylikler döneminde atıldı. Bu beylikler hem askeri savunmayı sağladılar hem de sosyal, kültürel ve ekonomik yapılanmayı kurdular.
Saltuklular, 1072 civarında Erzurum merkezli olarak kuruldu. Bizans’ın çekilmesinden sonra Erzurum’u ele geçiren Ebulkasım Saltuk tarafından yönetilen bu beylik, Anadolu’daki en eski Türk siyasi oluşumlarından biridir. Saltuklular, çevredeki Ermeni ve Gürcü prensliklerine karşı savunma hattı oluşturarak Doğu Anadolu’da Türk nüfusunun kalıcılaşmasını sağladı. Günümüzde Erzurum’daki Ulu Cami ve Tepsi Minare gibi yapılar, bu dönemin kalıntılarıdır.
Artuklular ise Mardin, Hasankeyf ve Diyarbakır çevresinde etkin oldular. Artuk Bey’in soyundan gelen bu beylik, Güneydoğu Anadolu’da uzun süre varlığını korumuş ve İslam-Türk mimarisinin önemli örneklerini bırakmıştır. Özellikle Mardin Ulu Cami ve Hasankeyf yapıları, bu kültürel mirasın göstergesidir. Artukluların bölgedeki varlığı, Türklerin Mezopotamya ve Anadolu arasında güçlü bir bağlantı kurmasını sağlamıştır.
Danişmentliler, Sivas merkezli olarak kuruldu ve Anadolu’nun iç bölgelerinde etkin bir güç haline geldi. Bu beylik, Bizans’ın Orta Anadolu üzerindeki etkisini tamamen ortadan kaldırarak Türklerin Anadolu’nun kalbine yerleşmesini sağladı. Danişmentliler döneminde Sivas, Tokat ve Niksar gibi şehirler gelişti, medreseler ve camiler inşa edildi. Bu dönemde eğitim ve bilim faaliyetleri de artış gösterdi.
Mengücekliler ise Erzincan ve Kemah civarında kuruldu. Mengücek Gazi’nin kurduğu bu beylik, özellikle inşa ettikleri köprüler, türbeler ve camilerle Türk mimarisinin Anadolu’daki ilk örneklerini verdi. Mengücekliler döneminde Erzincan ve Kemah çevresi ticaret ve zanaat merkezi haline geldi. Bu beyliklerin her biri, Anadolu’da hem askeri hem de kültürel anlamda Türk kimliğinin yerleşmesini sağladı.
Yerleşim Politikaları ve İskan Stratejileri
Türk beylikleri yalnızca askeri fetihlerle değil, yerleşim politikalarıyla da Anadolu’da kalıcılığı sağladılar. Göçebe Türkmen toplulukları genellikle verimli vadilere ve su kaynaklarına yakın bölgelere yerleştirildi. Bu yerleşim biçimi, Anadolu’nun iklimine ve coğrafyasına uyum sağlamalarına yardımcı oldu. Aynı zamanda beylikler, köy ve kasabaların etrafında kervansaraylar, camiler, medreseler ve pazar yerleri inşa ederek ekonomik canlılığı teşvik etti. Bu yapılar, hem ticaretin hem de sosyal yaşamın merkezleri haline geldi.
İskan politikalarının bir diğer yönü, “iskan emirleri” aracılığıyla göçebe Türkmenlerin yerleşik düzene geçmeye teşvik edilmesidir. Beylik yönetimleri, yerleşen topluluklara toprak tahsis ediyor, vergi muafiyeti gibi kolaylıklar sağlıyordu. Bu politika sayesinde Türk nüfusu Anadolu’nun iç bölgelerinde hızla artmaya başladı. Ayrıca bu dönemde Türkmenler, Anadolu’daki yerli halkla (Rum, Ermeni, Süryani) temas kurarak bazı kültürel alışverişlerde bulundular. Böylece Anadolu toplumunun etnik ve kültürel yapısı yavaş yavaş değişmeye başladı.
Şehirleşme, Tarım ve Kültürel Uyumun Başlangıcı
Beylikler döneminde Türkler, konar-göçer kültürden yerleşik hayata geçiş sürecine hız verdi. Anadolu’nun verimli ovaları ve ılıman iklimi, tarım için elverişliydi. Türkmen toplulukları, küçük ölçekli hayvancılığın yanı sıra tarıma da yöneldiler. Bu değişim, Türk toplum yapısında köklü bir dönüşüm anlamına geliyordu. Köyler ve kasabalar büyüdükçe ticaret canlandı; yeni pazar yerleri kuruldu. Bu süreç, Anadolu’nun ekonomik olarak yeniden canlanmasını sağladı.
Türkler, yerleştikleri bölgelerde mimari ve sanatta da etkilerini göstermeye başladılar. Camiler, kümbetler, köprüler ve kervansaraylar inşa edildi. Bu yapılar, hem dini hem de toplumsal yaşamın merkezleri haline geldi. Özellikle Danişmentliler döneminde yapılan medreseler, Anadolu’da bilim ve eğitim faaliyetlerinin yeniden canlanmasına öncülük etti. Bu gelişmeler, Anadolu’nun yalnızca askeri olarak değil, kültürel ve ekonomik olarak da Türk yurdu haline gelmesini sağladı.
Türk Beyliklerinin Anadolu’daki Mirası
11. ve 12. yüzyıllarda faaliyet gösteren Türk beylikleri, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında kalıcı bir iz bırakmıştır. Bu beylikler, Anadolu’daki Türk nüfusunun artmasına ve yerleşim alanlarının genişlemesine doğrudan katkı sağlamıştır. Ayrıca Anadolu’ya Türk-İslam kültürünü taşıyarak yeni bir medeniyet anlayışının temellerini atmışlardır. Beyliklerin mimari eserleri, eğitim kurumları ve idari düzenleri, sonraki yüzyıllarda Anadolu Selçuklu Devleti tarafından devralınmıştır.
Sonuç olarak, Türk beylikleri dönemi, Türklerin Anadolu’ya “kesin olarak yerleşmeye başladıkları” ilk dönemdir. Malazgirt Zaferi bu sürecin başlangıcını oluşturmuş, ancak asıl kalıcılık bu beyliklerin sistemli yerleşim politikaları sayesinde sağlanmıştır. Bu dönem, göçebe kültürden yerleşik kültüre geçişin, fetihlerden kalıcı uygarlığa dönüşümün simgesi olmuştur. Artık Anadolu, Türklerin yalnızca geçici olarak bulunduğu bir savaş alanı değil, kök saldıkları bir yurt haline gelmiştir.
Anadolu Selçuklu Devleti: Devletleşme ve Kalıcılık
Anadolu Selçuklularının Kuruluşu ve Başkentin Belirlenmesi
Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da kurulan beylikler, kısa sürede daha merkezi bir yönetim anlayışına ihtiyaç duydular. Bu ihtiyacın sonucu olarak 1077 yılında Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İznik merkezli olarak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdu. Süleyman Şah, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’a bağlılığını bildirse de, Anadolu Selçukluları zamanla bağımsız bir siyasi güç haline geldiler. Devletin ilk başkenti İznik’ti. Ancak 1097’deki Haçlı Seferleri sırasında İznik’in düşmesiyle başkent önce Konya’ya, ardından geçici olarak Kayseri’ye taşındı. Konya, kısa süre içinde Selçuklu idaresinin kalıcı merkezi haline geldi ve Anadolu’daki Türk-İslam kültürünün simgesi oldu.
Anadolu Selçuklularının en önemli özelliği, askeri fetihlerin yanı sıra kalıcı bir devlet düzeni kurmalarıdır. Bu düzen, yalnızca merkezi yönetimi değil, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve kültürel yapıyı da kapsıyordu. Böylece Anadolu’daki Türk varlığı, dağınık beyliklerden kurumsallaşmış bir devlet yapısına dönüşmüştür. Anadolu Selçukluları, bu yönüyle Türklerin Anadolu’daki kalıcı hâkimiyetini kesinleştiren ilk siyasi organizasyon olmuştur.
Türklerin Tarıma Dayalı Hayata Geçişi
Anadolu Selçukluları döneminde Türk toplumu, göçebe yaşam tarzından yerleşik tarıma dayalı yaşama geçiş sürecini tamamladı. Anadolu’nun verimli ovaları, özellikle Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas ve Tokat çevresi, tarım için elverişli alanlardı. Devlet yönetimi, bu bölgelerdeki üretimi artırmak amacıyla çiftçileri destekleyen politikalar uyguladı. Türkmen göçebeleri, devletin teşvikiyle köy ve kasabalara yerleştirildi. Bu yerleşimlerle birlikte Türk nüfusu Anadolu’nun neredeyse tamamına yayıldı. Tarım ve hayvancılığa dayalı üretim artarken, Anadolu Selçukluları ekonomiyi de sistematik hâle getirdi.
Bu dönemde devlet, “ikta sistemi” adı verilen bir toprak yönetimi modeli uyguladı. İkta sahipleri, kendilerine tahsis edilen topraklardan elde ettikleri gelirle asker beslemekle yükümlüydüler. Bu sistem, hem ordunun finansmanını sağladı hem de taşra yönetiminde düzeni oluşturdu. Böylece Anadolu’da hem üretim artışı hem de idari istikrar sağlanmış oldu. Aynı zamanda köyler etrafında camiler, mescitler, zaviyeler ve pazar yerleri kurularak Anadolu’nun sosyal dokusu güçlendirildi.
Kervansaraylar, Ticaret Yolları ve Şehir Gelişimi
Anadolu Selçukluları, yalnızca askeri başarılarıyla değil, ticareti geliştiren politikalarıyla da dikkat çekmiştir. Bu dönemde Anadolu, Doğu ile Batı arasında önemli bir ticaret köprüsü haline geldi. Selçuklular, ticaret yollarının güvenliğini sağlamak için kapsamlı bir kervansaray ağı kurdular. Bu yapılar hem tüccarların konaklaması hem de malların korunması açısından büyük önem taşıyordu. Konya-Aksaray-Kayseri-Sivas hattı, o dönemde İpek Yolu’nun en işlek bölümlerinden biri hâline geldi. Anadolu’da inşa edilen Sultan Han, Ağzıkarahan, Alayhan ve Zazadin Han gibi yapılar, bu ticaret ağının kalıntılarıdır.
Bu ekonomik canlılık, şehirlerin hızlı biçimde büyümesine yol açtı. Konya, Kayseri, Sivas ve Tokat gibi şehirler, Selçuklu döneminde kültür ve bilim merkezleri hâline geldi. Devlet, ticaretle uğraşan tüccarlara vergi kolaylıkları sağladı, yabancı tüccarlara bile güvenlik garantisi verdi. Bu politika, Anadolu ekonomisini güçlendirdiği gibi, bölgeyi farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bir merkez haline getirdi. Böylece Anadolu, hem ekonomik hem de kültürel anlamda kalıcı bir Türk yurdu kimliğine kavuştu.
Bilim, Sanat ve Mimari Gelişmeler
Anadolu Selçukluları döneminde eğitim ve bilim alanında büyük ilerlemeler kaydedildi. Medreseler, yalnızca din eğitimi veren kurumlar değil, aynı zamanda tıp, matematik, astronomi ve edebiyat gibi alanlarda da eğitim merkezleriydi. Konya’daki Karatay Medresesi, Sivas’taki Gök Medrese ve Çifte Minareli Medrese bu dönemin en önemli eserlerindendir. Bu kurumlar, Türklerin Anadolu’da kalıcı bir kültürel kimlik oluşturmasında büyük rol oynadı.
Sanatta ise taş işçiliği, mimari süsleme ve ahşap oymacılığı gibi alanlarda özgün bir Türk-İslam sentezi ortaya çıktı. Camiler, kervansaraylar, köprüler ve türbeler yalnızca işlevsel yapılar değil, aynı zamanda bir kimliğin ifadesiydi. Anadolu Selçuklu mimarisi, hem Orta Asya’nın geometrik motiflerini hem de İran ve Bizans etkilerini harmanlamıştır. Bu dönem eserleri, Anadolu’nun “Türkleşmesi” sürecinin somut izleridir. Sanat, kültür ve mimarinin bu bütünleşik gelişimi, Türklerin Anadolu’ya “kültürel olarak yerleşmesini” sağlamıştır.
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması Sürecinin Tamamlanması
12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu, artık yalnızca askeri açıdan değil, demografik ve kültürel açıdan da Türklerin yurdu haline geldi. Bu dönemde Anadolu’daki nüfusun büyük bir bölümü Türkmen topluluklarından oluşuyordu. Türkçe, halk arasında yaygın şekilde konuşulan dil haline geldi. Selçuklu sultanlarının Türkçeye verdiği önem, halk kültürünün ve sözlü edebiyatın gelişmesine katkı sağladı. Ahilik teşkilatı gibi toplumsal kurumlar da bu dönemde oluştu. Ahilik, hem meslekî dayanışmayı hem de ahlaki değerleri koruyan bir yapıya sahipti. Bu sistem, Anadolu toplumunun sosyal dokusunu güçlendirdi.
İslamlaşma süreci de bu dönemde tamamlandı. Anadolu’nun dört bir yanında tekkeler, zaviyeler ve dergâhlar kuruldu. Bu kurumlar, yalnızca dini eğitim merkezleri değil, aynı zamanda sosyal yardımlaşma kurumlarıydı. Özellikle Hoca Ahmet Yesevi’nin öğretilerini taşıyan dervişler ve alperenler, halk arasında İslam’ın yayılmasında etkili oldular. Böylece Anadolu’da hem etnik hem de dini açıdan Türk-İslam sentezi kökleşti. Bu dönemden itibaren Anadolu, artık geri dönüşsüz biçimde Türk kimliğiyle özdeşleşti.
Selçuklu Devleti’nin Zirvesi ve Kalıcılığın Kurumsallaşması
Anadolu Selçuklu Devleti, 13. yüzyılın başlarında Alaeddin Keykubat döneminde en parlak dönemini yaşadı. Bu dönemde devletin sınırları Akdeniz’den Karadeniz’e, Fırat’tan Ege kıyılarına kadar genişledi. Alaeddin Keykubat, hem siyasi istikrarı hem de ekonomik refahı sağlamıştı. Sinop ve Alanya limanlarının geliştirilmesiyle ticaret deniz yoluna da taşındı. Bu ekonomik büyüme, şehirleşmeyi daha da hızlandırdı.
Selçukluların uyguladığı yönetim sistemi, Anadolu’daki kalıcılığın en büyük garantisi oldu. Devlet, merkezi otoriteyi taşra yönetimiyle dengeleyen bir yapı kurmuştu. Ayrıca Selçuklular, yerel halkla barış içinde yaşama politikasını benimsediler. Bu sayede Rum, Ermeni, Gürcü ve Süryani toplulukları da Selçuklu yönetiminde büyük ölçüde huzurlu bir yaşam sürdüler. Bu durum, Türklerin Anadolu’ya kalıcı olarak yerleşmesinin sosyal temelini oluşturdu.
Selçuklu Devleti’nin Zayıflaması ve Mirası
1243 Kösedağ Savaşı’nda Moğollar karşısında alınan yenilgi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin gerileme sürecini başlattı. Devlet, Moğol baskısı altında merkezi otoritesini kaybetti; ancak bu yıkım süreci bile Türklerin Anadolu’daki varlığını sona erdiremedi. Çünkü artık Anadolu’da Türk nüfusu yerleşmiş, şehirler Türk kültürünün merkezleri haline gelmişti. Selçuklu sonrası dönemde ortaya çıkan ikinci beylikler (Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları vb.) Selçuklu mirasını devralarak devam ettirdiler. Bu beylikler, hem siyasi hem de kültürel anlamda Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırladı.
Sonuç olarak Anadolu Selçuklu Devleti, Türklerin Anadolu’daki “kesin yerleşimini” kurumsal ve kalıcı hale getiren dönemi temsil eder. Artık Türkler, bu topraklarda yalnızca askeri bir güç değil, kültürel, ekonomik ve sosyal bir medeniyet inşa eden halk konumuna gelmişlerdir. Anadolu’nun Türkleşmesi bir olgu haline gelmiş, Türk kimliği bu coğrafyanın ayrılmaz parçası olmuştur.
Kesin Yerleşimin Kriterleri ve Sonuç
“Kesin Yerleşim” Ne Anlama Gelir?
Türklerin Anadolu’ya “kesin olarak yerleşmesi” ifadesi, yalnızca bir coğrafi yer değiştirmeyi değil; siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik olarak kalıcı hâkimiyetin tesis edilmesini anlatır. Bu süreç, kısa sürede gerçekleşmemiş; yaklaşık üç yüzyıla yayılan çok yönlü bir dönüşümle tamamlanmıştır. Göçebe Türk topluluklarının yerleşik düzene geçişi, yeni şehirlerin kurulması, Türkçenin halk dili haline gelmesi ve İslam’ın Anadolu’da yayılması bu kalıcılığın temel göstergeleridir. Bu bağlamda “kesin yerleşim”, bir savaştan sonra kazanılmış bir zaferin değil, yüzyıllar süren bir kültür inşasının sonucudur.
Tarihçiler için bu kalıcılığın ölçütleri genellikle üç başlıkta toplanır: (1) nüfus yoğunluğunun artışı ve sürekli iskânın sağlanması, (2) Türkçe’nin ve Türk-İslam kültürünün yerel kültürle kaynaşarak baskın hâle gelmesi, (3) siyasi ve idari yapılanmanın Türk unsurları temelinde yeniden şekillenmesi. Bu kriterler ışığında bakıldığında, Anadolu’da Türklerin kesin yerleşimi 11. yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve 14. yüzyıl başlarında Osmanlı Beyliği’nin yükselişiyle tamamlanmıştır.
Moğol İstilaları ve Türk Nüfus Hareketlerinin Yeniden Şekillenmesi
13. yüzyılın ortalarında yaşanan Moğol istilaları, Türklerin Anadolu’daki yerleşim sürecini kesintiye uğratmadığı gibi, tam tersine hızlandırmıştır. Orta Asya’dan batıya doğru göç eden birçok Türk boyu, Moğol baskısından kaçarak Anadolu’ya sığındı. Bu göç dalgaları, özellikle Doğu ve Orta Anadolu’daki Türk nüfusunu yoğunlaştırdı. Selçuklu Devleti Moğol hâkimiyeti altına girse de, Anadolu artık demografik olarak Türk karakteri kazanmıştı. Bu durum, Anadolu’nun geri dönülmez biçimde Türk yurdu haline gelmesini pekiştirdi.
Moğol istilaları sırasında Anadolu’da kurulan ikinci beylikler, Türk yerleşiminin devamlılığını sağladı. Bu beylikler, Anadolu Selçukluları’nın bıraktığı idari ve kültürel mirası devralarak sürdürdüler. Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları, Aydınoğulları gibi beylikler, hem yerel savunmayı üstlendiler hem de şehirleşmeyi canlı tuttular. Özellikle Karamanoğulları, Türkçeyi devlet dili ilan ederek Anadolu’daki Türk kimliğinin kalıcılaşmasına katkı sağladılar. Bu dönemde Anadolu’nun batı bölgelerine doğru da Türk yerleşimi hız kazandı.
Osmanlı Beyliği’nin Kuruluşuyla Sürecin Tamamlanması
14. yüzyıl başlarında Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkışı, Türklerin Anadolu’daki kesin yerleşim sürecinin son halkası olarak kabul edilir. Osman Gazi önderliğinde Söğüt ve Domaniç çevresinde kurulan Osmanlı Beyliği, kısa sürede Marmara bölgesine yayıldı. Bu dönemde Bizans’ın zayıflaması, Türklerin batıya doğru genişlemesini kolaylaştırdı. Osmanlı Beyliği’nin başarısı, yalnızca askeri üstünlükle değil, aynı zamanda güçlü bir idari yapı kurmasıyla da ilgilidir. Osmanlılar, Selçuklu yönetim geleneğini devralarak yeniden yorumlamış ve Anadolu’daki Türk varlığını kurumsal bir imparatorluk düzeyine taşımıştır.
Osmanlıların kuruluşuyla birlikte Anadolu’nun hem siyasi hem de kültürel bütünlüğü sağlandı. Farklı beylikler Osmanlı yönetimi altında birleşti, yollar ve ticaret ağları yeniden düzenlendi. Türkçe devletin resmî dili haline geldi, İslam hukuku temelinde istikrarlı bir yönetim kuruldu. Böylece Anadolu, artık yalnızca Türklerin yaşadığı bir yer değil, aynı zamanda Türk kimliğinin merkez üssü haline geldi. Osmanlı Beyliği’nin güçlenmesiyle birlikte Anadolu’daki Türk nüfusu batıya, Balkanlar’a doğru da yayılmaya başladı. Bu durum, Türk yerleşiminin yalnızca Anadolu ile sınırlı kalmayıp yeni bir medeniyet alanına dönüşmesini sağladı.
Anadolu’nun Türk Yurdu Haline Gelişinin Uzun Süreçli Niteliği
Türklerin Anadolu’ya kesin olarak yerleşmesi, tek bir savaşın ya da tek bir hükümdarın eseri değildir. Bu süreç, 8. yüzyıldan itibaren başlayan göç hareketlerinden Osmanlı Devleti’nin yükselişine kadar uzanan uzun bir tarihsel evrimin sonucudur. Anadolu, 11. yüzyıldan itibaren Türklerin yaşam alanı, 12. yüzyıldan itibaren kültürel merkezi ve 13. yüzyıldan itibaren siyasi vatanı haline gelmiştir. Bu dönüşüm, hem göçebe kültürün yerleşik hayata geçmesi hem de yeni bir medeniyetin filizlenmesiyle tamamlanmıştır.
Bu süreçte Anadolu’nun şehirleri, köyleri ve kasabaları Türk kültürünün izlerini taşımaya başladı. Türkçe halk dili haline geldi, Anadolu edebiyatı doğdu, mimari eserler bu kimliği somutlaştırdı. Siyasi anlamda da Türk hâkimiyeti kalıcı hale geldi. Artık Anadolu’da Türk varlığı geri döndürülemez bir gerçekti. Osmanlı Devleti’nin doğuşuyla birlikte bu kalıcılık imparatorluk ölçeğine taşındı. Dolayısıyla Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesi, hem tarihsel hem de sosyolojik açıdan tamamlanmış bir süreçtir.
Sonuç: Bir Göçten Medeniyete Dönüşüm
Türklerin Anadolu’ya kesin yerleşimi, bir göç hareketinin ötesinde bir medeniyet inşasıdır. 6. yüzyıldaki ilk temaslardan 14. yüzyıldaki Osmanlı yükselişine kadar uzanan bu süreç, hem coğrafi hem de kültürel bir dönüşümü ifade eder. Göçebe bozkır yaşamından yerleşik tarıma, kabile düzeninden merkezi devlete, sözlü gelenekten yazılı kültüre geçiş bu dönemde tamamlanmıştır. Anadolu artık Türklerin kalıcı yurdu olmuş, bu topraklarda yeni bir kimlik, yeni bir tarih ve yeni bir uygarlık doğmuştur.
Malazgirt Savaşı, bu uzun sürecin dönüm noktası; Anadolu Selçuklu Devleti, kalıcılığın kurumsallaşması; Osmanlı Beyliği ise bu yerleşimin nihai biçimidir. Dolayısıyla “Türkler Anadolu’ya ne zaman kesin olarak yerleşti?” sorusunun cevabı tek bir tarihle değil, bir süreçle verilebilir: Bu süreç, 11. yüzyılda başlamış, 14. yüzyılda tamamlanmıştır. Bugün Anadolu’nun dört bir yanında yükselen camiler, hanlar, köprüler ve türbeler, bu kalıcılığın taş üzerindeki tanıklarıdır. Türklerin Anadolu’ya yerleşimi, tarihin en kapsamlı göçlerinden birinin medeniyete dönüşmüş halidir.
