01.11.2025

Osmanlı'da Okuma Yazma Bilme Oranı Kaçtı?

Osmanlı’da Eğitim Anlayışının Temeli: Dini Bilgi, Ahlak ve Sınıfsal Farklar

Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitim sistemi, kurulduğu 14. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar ağırlıklı olarak din merkezli bir yapıya sahipti. Eğitim, devletin kurumsal bir sorumluluğundan çok, toplumun dini ve ahlaki değerlerini sürdürme aracı olarak görülüyordu. Dolayısıyla, “okuma yazma bilmek” kavramı da bugünkü anlamıyla değil, daha çok Kur’an harflerini tanımak, dua ezberlemek ve temel dini metinleri okuyabilmek anlamında kullanılıyordu. Bu da, okuryazarlık oranının tespiti konusunda tarihçiler için büyük bir belirsizlik yaratır. Çünkü bir kişinin Kur’an okuyabiliyor olması, modern anlamda okuryazar sayılmasını sağlamazdı.

Osmanlı toplumunda eğitim kurumları temelde iki ana yapıya ayrılıyordu: sıbyan mektepleri ve medreseler. Sıbyan mektepleri, ilkokul düzeyinde sayılabilecek okullardı ve genellikle camilerin, mahallelerin veya vakıfların desteğiyle yürütülüyordu. Burada çocuklara Arap harfleriyle okuma, yazma, temel dini bilgiler, dua ve ahlak eğitimi verilirdi. Ancak eğitim erkek çocuklar için daha düzenliydi; kız çocukları çoğu zaman ailelerinden veya mahalle imamından temel dini eğitim almakla yetinirdi. Bu durum, cinsiyetler arasındaki okuma yazma farkını daha o dönemde derinleştirmiştir.

Medreseler ise daha üst düzey dini eğitim veren kurumlar olarak faaliyet gösterirdi. Ancak medreselere girmek için önceden sıbyan mekteplerinden belirli bir düzeyde bilgi almak gerekirdi. Medrese eğitimi tamamen Arapça yürütülür, müfredatın büyük kısmını dini ilimler (tefsir, hadis, fıkıh, kelam) oluştururdu. Matematik, astronomi veya tıp gibi akli ilimler 15. ve 16. yüzyıllarda kısmen okutulsa da, zamanla dini dersler ağır basmış, pozitif bilimler ikinci plana itilmiştir. Bu da Osmanlı eğitim sisteminin Batı’daki rönesans sonrası gelişmelere ayak uydurmasını zorlaştırmıştır.

Orta Çağ'da İnsanlar Kaç Günde Bir Nasıl Yıkanıyordu?

Sümerlerin Neden Uzaylılarla Bağlantılı Olduğu Düşünülür?

Toplumda Okuma Yazma Kavramı ve Dini Boyut

Osmanlı’da okuma yazma oranını değerlendirirken, bu kavramın dönemin anlayışına göre çok farklı bir anlam taşıdığını unutmamak gerekir. Birçok kişi, Arap alfabesini tanıyıp Kur’an’dan sure okuyabildiği anda “okur” kabul edilirdi. Ancak bu kişiler Arapça metnin anlamını bilmezdi; yalnızca telaffuz ederdi. Bu yüzden, modern anlamda okur-yazar olma oranı ile dini okuma yetkinliği oranı arasında ciddi bir fark vardı. Nitekim 17. yüzyıl Osmanlı toplumunda “yazı yazabilen” kişi sayısı, “okuyabilen”lerden bile daha azdı.

Toplumun geniş kesiminde eğitim, cami merkezliydi. İmamlar ve müezzinler, mahalledeki çocuklara ders verir, bu dersler genellikle sabah namazından sonra veya ikindi vaktinde yapılırdı. Ancak bu eğitim süreci düzenli değildi; okul çağının belirli bir sınırı yoktu ve ders devamlılığı tamamen ailelerin isteğine bağlıydı. Köylerde ise imamın veya hocanın bulunmadığı yerlerde çocuklar çoğu zaman hiç eğitim görmezdi. Bu durum, özellikle Anadolu’nun iç kesimlerinde ve Arap vilayetlerinde okuryazarlık oranını oldukça düşük seviyede tutmuştur.

Osmanlı arşivlerinde, 16. ve 17. yüzyıllara ait tahrir defterlerinde okuma yazma oranına dair doğrudan bir veri bulunmaz. Ancak kadı sicilleri, vakfiye kayıtları ve askeri rütbe dağılımları, okuma yazma bilen kişilerin toplumun küçük bir kısmını oluşturduğunu gösterir. Örneğin 17. yüzyıl başında İstanbul kadı sicillerinde adı geçen kişilerin yalnızca yüzde 10’u imzasını atabilmiştir. Diğerleri mühür kullanmıştır; bu da yazı yazmayı bilmediklerini gösterir. Benzer şekilde taşrada bu oran yüzde 5’in altına düşmektedir.

Sınıfsal Farklar ve Eğitimde Ulaşılabilirlik

Osmanlı’da eğitim, sınıfsal bir ayrıcalıktı. Devlet görevlileri, ulema sınıfı ve zengin tüccarlar çocuklarını medreselere veya özel hocalara gönderirken, köylü nüfusun büyük çoğunluğu için eğitim ulaşılmaz bir lüks sayılırdı. Özellikle kırsal bölgelerde, çocukların çoğu erken yaşta aile işlerinde çalışmaya başlar, okula gitme şansı bulamazdı. Bu nedenle eğitim, şehirli erkeklerin tekelindeydi. Osmanlı’nın 18. yüzyılda yaptığı ilk modern nüfus tespitlerine göre, şehirlerde okuryazarlık oranı ortalama yüzde 10–12 civarındaydı. Bu oran kırsalda yüzde 2’yi bile bulmuyordu.

Tarihte İlk Elektrikli Araç Ne Zaman Yapıldı?

Coca-Cola Formülü Gerçekten Sır mı?

Tarihte En Çok Yanlış Bilinen 10 Olay

Kadınların okuryazarlığı ise daha da düşüktü. İstanbul’da bile 19. yüzyıl ortalarında kadınlar arasında okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 2’nin altındaydı. Ancak saray çevresinde, özellikle valide sultanlar ve haremdeki eğitimli kadınlar arasında bu oran yüksekti. Nitekim Sultan II. Mahmud’un annesi Nakşidil Sultan’ın vakfiyesinde, “kadınlara okuma öğretmek üzere” ayrılmış vakıflardan bahsedilir. Bu da eğitim fırsatının toplumun en üst tabakasına özgü kaldığını gösterir.

Osmanlı Eğitiminde Devletin Rolü

Osmanlı devleti, kuruluş döneminde eğitim işini tamamen vakıflara bırakmıştı. Devletin doğrudan denetimi altındaki okullar yoktu. Her cami, kendi vakfının gelirleriyle sıbyan mektebini desteklerdi. Bu sistem, merkezi denetim eksikliği yüzünden standart bir müfredatın oluşmasını engelledi. Her öğretmen kendi yöntemine göre ders verir, bazen Arapça, bazen Türkçe metinleri kullanırdı. Ancak devletin eğitim üzerindeki etkisi, 18. yüzyılın sonlarına doğru artmaya başladı. III. Selim döneminde açılan askeri okullar (Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyun ve Mühendishane-i Berrî-i Hümâyun), Osmanlı’da laik bilgiye geçişin ilk adımlarını attı.

Bu dönemde yetişen mühendisler, topçular ve haritacılar, Osmanlı’nın modernleşmesinde öncü rol oynadı. Ancak bu okullar, halkın geneline hitap etmediği için genel okuma yazma oranına doğrudan bir katkı sağlamadı. Yine de bu gelişmeler, Tanzimat döneminin eğitim reformlarına zemin hazırladı. Osmanlı’nın 1839 sonrası dönemi, artık “okuma yazma bilmenin devlet politikası” haline geldiği yeni bir evreye geçişti. O döneme kadar bireysel çabalarla yürüyen eğitim faaliyetleri, bundan sonra merkezi planlama kapsamına alınacaktı.

Okuryazarlığın Sosyal Değeri

Osmanlı toplumunda okuma yazma bilmek, bir ayrıcalık olarak görülürdü. Mühür kullanabilen, dilekçe yazabilen veya basit bir mektup kaleme alabilen kişi, saygı gören bir statüye sahipti. “Efendi”, “katip”, “hoca” gibi unvanlar, yalnızca eğitimli kişilere verilirdi. Köylerde bir kişinin yazı yazabildiğini duyanlar, devlet dairesine dilekçe gerektiğinde onun kapısını çalardı. Bu nedenle okuryazarlık, ekonomik gelirden ziyade toplumsal saygınlık kazandıran bir özellikti. Ancak eğitimli kişi sayısı o kadar azdı ki, halkın gözünde “okuma bilen insan” neredeyse kutsal bir otoriteye dönüşmüştü.

Bu yapısal fark, Osmanlı toplumunda sosyal hareketliliği de kısıtladı. Eğitim sistemine erişemeyen yoksul kesimler, devlet bürokrasisine katılamaz, ticarette söz sahibi olamazdı. Bu durum, 19. yüzyıldaki modernleşme çabalarına kadar devam etti. Eğitimdeki eşitsizlik, hem sınıfsal hem coğrafi hem de cinsiyet temelli olarak Osmanlı’nın son dönemine kadar sürdü. Bu tablo, Tanzimat Fermanı ile birlikte değişmeye başlayacaktı; çünkü devlet ilk kez “herkes için eğitim” kavramını gündemine alacaktı.

Osmanlı’da 19. Yüzyıla Kadar Okuma Yazma Oranları: Tahminler, Farklar ve Gerçekler

Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıla kadar düzenli bir nüfus sayımı yapılmadığı için okuma yazma oranlarına dair doğrudan istatistikler bulunmaz. Ancak tarihçiler, kadı sicilleri, vergi defterleri, vakfiye kayıtları ve askerî belgeler üzerinden dolaylı tahminlerde bulunur. Bu kayıtlar, okuma yazma bilenlerin genellikle kentli, erkek ve üst sınıfa ait kişiler olduğunu gösterir. Anadolu, Arap vilayetleri ve Balkanlar arasında da ciddi farklılıklar vardır. 18. yüzyılın sonunda, genel okuma yazma oranının tüm Osmanlı coğrafyasında yüzde 5’in altında olduğu tahmin edilir. Bu oran erkeklerde yüzde 7–8, kadınlarda ise yüzde 1’in altındaydı.

Osmanlı tarihçileri, özellikle Şevket Pamuk ve Çağlar Keyder gibi iktisat tarihçilerinin çalışmaları sayesinde bu döneme ilişkin daha somut verilere ulaşmıştır. Pamuk’a göre, 1800’lerin başında Osmanlı’da okuma yazma bilen nüfus oranı yaklaşık yüzde 3’tü. Aynı dönemde Fransa’da bu oran yüzde 47, İngiltere’de yüzde 52, Almanya’da ise yüzde 60 civarındaydı. Bu fark, Osmanlı’nın modernleşme öncesi dönemde eğitim kurumlarını toplumsal kalkınma aracı olarak değil, dini bir görev olarak görmesinden kaynaklanır. Eğitim sisteminin amacı üretken bireyler değil, itaatkâr ve dindar tebaa yetiştirmekti. Bu da okuryazarlığın ekonomik bir ihtiyaç haline gelmesini geciktirmiştir.

Bölgesel Farklılıklar: İstanbul, Balkanlar ve Arap Vilayetleri

Osmanlı İmparatorluğu çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı için, okuma yazma oranları bölgeden bölgeye büyük farklılıklar gösterirdi. Başkent İstanbul, Selanik ve İzmir gibi ticaret merkezlerinde okuryazarlık oranı nispeten yüksekti. Bu şehirlerde gayrimüslim toplulukların da etkisi büyüktü; Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin kendi okulları vardı ve bu kurumlar Osmanlı’daki en iyi eğitim veren yapılar arasında sayılırdı. 18. yüzyıl sonunda İstanbul’da erkeklerde okuryazarlık oranı yaklaşık yüzde 15 civarındaydı. Ancak Anadolu’nun iç bölgelerinde bu oran yüzde 2–3’ü geçmiyordu.

Balkan vilayetleri, Avrupa’ya yakın olmaları ve 19. yüzyılda milliyetçi hareketlerin etkisiyle daha erken modernleşti. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’da yerel cemaatlerin kurduğu okullar sayesinde 1850’lere gelindiğinde erkek okuryazarlığı yüzde 20’ye yaklaşmıştı. Buna karşılık Arap vilayetlerinde —özellikle Hicaz, Yemen ve Suriye’nin kırsal kesimlerinde— bu oran yüzde 1’in altındaydı. Çünkü bölgede göçebe yaşam tarzı hâkimdi ve eğitim kurumları süreklilik gösteremiyordu. Bu farklar, Osmanlı’nın son dönemine kadar kapanmadı; hatta 20. yüzyıl başında bile Anadolu’nun bazı köylerinde hiç okul bulunmuyordu.

Gayrimüslim Cemaatlerin Eğitime Katkısı

Osmanlı’nın çok dinli yapısı, eğitim alanında da çeşitlilik yaratmıştı. Gayrimüslim topluluklar kendi okullarını kurma ve idare etme hakkına sahipti. Bu durum özellikle Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinde okuryazarlık oranını önemli ölçüde artırdı. 19. yüzyıl ortalarında İstanbul’daki Ermeni cemaatinde okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 40, kadınlarda yüzde 10’a kadar yükselmişti. Rum okullarında da benzer bir tablo vardı. Bu fark, Müslüman halkın eğitim düzeyini görece olarak daha düşük gösteriyordu. Nitekim Osmanlı Maarif Nezareti’nin 1894 tarihli raporunda, “Hristiyan unsurların çocuklarının okula devam oranı, Müslümanlara nazaran kat kat fazladır” ifadesi yer alır.

Bu farkın temel nedeni, gayrimüslim okulların Avrupa’daki misyoner faaliyetleriyle desteklenmesiydi. Fransa, İngiltere ve Avusturya gibi ülkeler, özellikle 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarında çok sayıda okul açtı. Bu okullarda Fransızca, Yunanca veya Ermenice eğitim verilirdi ve ders içerikleri dini ağırlıklı değil, modern bilimlere dayalıydı. Osmanlı yönetimi bu okulları denetlemekte zorlanıyordu. Dolayısıyla imparatorluk içinde iki ayrı eğitim standardı oluştu: biri geleneksel İslami, diğeri Batı tarzı seküler eğitimdi. Bu durum, ilerleyen yüzyıllarda Cumhuriyet döneminde yapılacak reformların da gerekçelerinden biri olacaktı.

Cinsiyet Farkı: Kadınların Eğitimi ve Kısıtlamalar

Osmanlı’da kadın eğitimi, uzun süre toplumsal bir öncelik olarak görülmedi. “Kadın için esas olan terbiye, mektep değil, evdir” anlayışı, 19. yüzyıl ortalarına kadar egemendi. Kadınlar yalnızca Kur’an okumayı öğrenmekle yetinirdi. Saray çevresinde eğitimli kadınlar bulunsa da, bu durum geneli yansıtmazdı. 1869 tarihli “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi” ile ilk kez kız çocuklarına da eğitim hakkı tanındı. Bu düzenlemeyle her vilayette en az bir kız rüştiyesi (ortaokul düzeyi) açılması öngörülüyordu. Ancak uygulamada bu okullar çoğu zaman öğretmen veya bina yetersizliğinden açılmadı. 1880’lerde İstanbul’da yalnızca 8 kız rüştiyesi bulunurken, erkekler için 70’ten fazla okul vardı.

19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde kadın okuryazarlığı hâlâ çok düşüktü. 1897’de yapılan Maarif istatistiklerinde, kız öğrencilerin toplam öğrenci sayısına oranı yüzde 12 olarak kaydedilmiştir. Yani her 100 öğrenciden sadece 12’si kızdı. Bu oran 1900’lerde biraz artmış olsa da, Cumhuriyet öncesi dönemde kadınların büyük kısmı hâlâ okuma yazma bilmiyordu. Osmanlı toplumu içinde kadın okuryazarlığı ancak II. Meşrutiyet döneminde fark edilir düzeyde artmaya başlamıştır. Kadın dergileri, eğitimli hanımların öncülüğünde çıkan makaleler ve öğretmenlik yapan kadınların artışı bu süreci hızlandırmıştır.

Osmanlı’da Yazı Dili ve Alfabeyle İlgili Zorluklar

Okuma yazma oranının düşük kalmasının bir diğer nedeni de Osmanlı alfabesinin yapısal zorluğuydu. Osmanlıca, Arap harfleriyle yazılırken Türkçenin ses yapısına tam olarak uymuyordu. Özellikle kısa ünlülerin yazıda gösterilmemesi, kelimelerin okunmasını güçleştiriyordu. Örneğin “yazdı” ve “yazdı mı” kelimeleri Arap harfleriyle neredeyse aynı görünürdü. Bu durum, yeni okuma öğrenenler için büyük bir engeldi. Ayrıca Arap alfabesi sağdan sola yazıldığı için, Latin dillerine alışkın olmayan kişiler için el yazısı pratiği zordu. Bu nedenle okuma yazma öğretimi uzun zaman alıyor, çoğu kişi yarıda bırakıyordu.

Bu zorluk, eğitim sisteminin yaygınlaşmasını da yavaşlattı. Her bölgede farklı telaffuzlar, lehçeler ve yazım biçimleri bulunuyordu. Örneğin Rumeli’de kullanılan Osmanlıca ile Şam veya Bağdat’ta kullanılan Osmanlıca arasında belirgin farklar vardı. Devletin resmi belgelerinde kullanılan dil, halkın anlayamayacağı kadar ağırdı. “Saray dili” ile “halk dili” arasındaki bu uçurum, eğitimle devlet arasındaki mesafeyi daha da büyüttü. Nitekim 19. yüzyılın sonlarında bile, birçok Osmanlı vatandaşı kendi devletinin çıkardığı bildirileri okuyamıyordu. Bu durum, okuma yazma oranının düşük kalmasının sadece eğitim değil, dil politikasıyla da ilgili olduğunu gösterir.

Tanzimat ve Islahat Döneminde Eğitim Reformları: Okuryazarlıkta Yavaş Uyanış

Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitimde köklü değişimlerin başladığı dönem, hiç kuşkusuz Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839 yılıdır. Bu ferman yalnızca idari ve hukuki düzenlemeleri değil, toplumsal dönüşüm hedeflerini de içeriyordu. Devlet, artık sadece askerî veya dini kadrolar değil, modern bürokrasiye uygun vatandaşlar yetiştirme ihtiyacını hissetmeye başlamıştı. Bu da eğitimin ilk kez “kamusal bir sorumluluk” olarak görülmesini sağladı. Tanzimat reformlarıyla birlikte eğitim, vakıf sistemiyle sınırlı olmaktan çıkıp, devlet denetimine giren kurumsal bir yapıya kavuştu.

1838’de kurulan Meclis-i Umur-ı Nafia adlı kurum, eğitimi doğrudan ilgilendiren ilk devlet organıydı. Ardından 1846’da Maarif Meclisi kuruldu. Bu meclis, sıbyan mekteplerinin yeniden düzenlenmesi, müfredatların birleştirilmesi ve öğretmenlerin denetimi gibi konularda ilk genelgeleri yayımladı. Ancak bu reformlar başlangıçta kağıt üzerinde kaldı. Çünkü Osmanlı coğrafyasında okul sayısı yetersizdi, öğretmen açığı büyüktü ve kırsal bölgelerde devlet otoritesi zayıftı. Yine de bu dönem, merkezi eğitim anlayışının temellerinin atıldığı bir eşikti.

Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (1869): Zorunlu Eğitimin Doğuşu

1869 yılında çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Osmanlı eğitim tarihinde devrim niteliğinde bir adımdı. Bu yasa, modern anlamda “zorunlu eğitim” fikrini ilk kez resmileştirdi. Buna göre 6 ila 12 yaş arasındaki her Osmanlı çocuğunun ilkokula gitmesi gerekiyordu. Ayrıca eğitim sistemi üç kademeye ayrıldı: sıbyan mektebi (ilkokul), rüştiye (ortaokul) ve idadi (lise). Bu düzenleme, medrese sisteminin dışında seküler bir eğitim ağının kurulmasına zemin hazırladı. Fakat uygulamada sorunlar büyüktü: devletin bütçesi yetersizdi, taşrada okul açmak için yeterli bina ve personel yoktu. Böylece zorunlu eğitim yasası, özellikle Anadolu köylerinde uzun yıllar uygulanamadı.

Yine de Maarif-i Umumiye Nizamnamesi sayesinde eğitimde ilk defa sistematik bir istatistik tutulmaya başlandı. Vilayetlerden gelen raporlarda, her okulun öğrenci sayısı, cinsiyet dağılımı ve öğretmen sayısı yer alıyordu. 1870’lerin sonunda Osmanlı genelinde yaklaşık 15.000 sıbyan mektebi ve 450 rüştiye bulunuyordu. Bu okullara devam eden öğrenci sayısı 200.000 civarındaydı. Ancak bu, imparatorluğun yaklaşık 20 milyonluk nüfusuna kıyasla oldukça düşüktü. Dolayısıyla reformların kapsamı geniş görünse de, erişim sınırlıydı.

Modern Okulların Kuruluşu: Rüştiye, İdadi ve Darülfünun

Rüştiyeler, Osmanlı’da modern eğitimin ilk somut adımı olarak kabul edilir. 1847’de açılan ilk rüştiye, askeri öğrenciler için kurulmuştu. Ardından sivil rüştiyeler açıldı ve bunlar halkın çocuklarına da açık hale geldi. Ders programları arasında Arapça, Türkçe, hesap, coğrafya ve ahlak gibi dersler bulunuyordu. Öğretim dili Türkçeydi, bu da halkın devlete olan dilsel mesafesini azaltmaya başladı. Ancak öğretmenlerin çoğu medrese kökenliydi ve yeni müfredatı uygulamakta zorlanıyordu. Bu da modernleşme sürecinde ciddi bir geçiş krizi yarattı.

Rüştiyelerin ardından açılan idadi okulları (lise düzeyi) ise devlet kadrolarına memur yetiştirmeyi hedefliyordu. 1870’lerde bu okulların sayısı artmış, hatta kız idadileri bile açılmaya başlamıştı. Yükseköğretim düzeyinde ise 1863’te Darülfünun (bugünkü İstanbul Üniversitesi) kuruldu. Bu kurumda doğa bilimleri, matematik, felsefe ve hukuk gibi modern dersler veriliyordu. Ancak ilk Darülfünun yalnızca birkaç yıl açık kalabildi; öğretim kadrosu ve müfredat eksikliği nedeniyle kapatıldı. Buna rağmen, modern üniversite fikri artık Osmanlı’da yerleşmişti.

Eğitim Reformlarının Okuryazarlığa Etkisi

19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, Osmanlı’da okuryazarlık oranı yavaş ama istikrarlı bir artış göstermeye başladı. 1877 yılında yapılan ilk kapsamlı maarif istatistiğinde, erkeklerde okuryazarlık oranı yüzde 7, kadınlarda yüzde 1 olarak tahmin edilmiştir. 1894’te bu oranlar sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 2’ye çıkmıştır. Bu artış, büyük şehirlerde daha belirgindi. İstanbul, Selanik ve İzmir gibi merkezlerde erkeklerde okuryazarlık yüzde 20’ye kadar ulaşırken, Anadolu’nun büyük kısmında bu oran hâlâ yüzde 5’in altındaydı. Yani eğitim reformları, coğrafi ve toplumsal eşitsizliği azaltmakta yeterli olamamıştı.

Yine de Maarif Nezareti’nin çalışmaları, okuma yazmanın artık devletin temel önceliklerinden biri haline geldiğini gösterir. 1890’larda devlet okullarında görevli öğretmen sayısı 5.000’i aşmıştı. Ayrıca devlet, her vilayette bir “vilayet maarif idaresi” kurarak eğitimi yerel düzeyde denetlemeye başladı. Bu gelişmeler, Cumhuriyet döneminde uygulanacak eğitim seferberliğinin idari altyapısını hazırladı. Özellikle kadın öğretmen okullarının açılması, kadın okuryazarlığında sembolik bir kırılma noktası oluşturdu.

Modernleşme ile Medrese Arasındaki Gerilim

Tanzimat reformlarının en önemli sonuçlarından biri, medrese sistemi ile modern okullar arasındaki rekabetin ortaya çıkmasıydı. Medreseler, yüzyıllardır Osmanlı’nın ilmi otoritesi sayılıyordu. Ancak 19. yüzyılda modern eğitim kurumları kuruldukça, medreselerin toplumsal prestiji azalmaya başladı. Devlet memurluğuna atanmak için artık sadece dini eğitim değil, modern dersleri bilmek gerekiyordu. Bu durum, ulema sınıfının tepkisini çekti. Birçok medrese hocası, rüştiyelerde okutulan “fen bilimleri” derslerine karşı çıktı ve bu okulları “gavur icadı” olarak niteledi.

Bu kültürel çatışma, Osmanlı eğitim sisteminde uzun süre devam etti. 1900’lere gelindiğinde bile, devletin medreseleri modernize etme çabaları sonuçsuz kaldı. Medreselerin büyük bölümü 20. yüzyıl başında hâlâ klasik müfredatla eğitim veriyor, mezunları yalnızca dini görevliliklerle sınırlı kalıyordu. Oysa modern okullar, bürokrasi ve sanayi için nitelikli insan gücü yetiştiriyordu. Bu ikilik, Cumhuriyet’in ilanına kadar süren bir “eğitim ikiliği” yarattı. Bir yanda eski düzeni koruyan medreseler, diğer yanda yeni dünyanın gerekliliklerine göre şekillenen modern okullar bulunuyordu. Bu iki sistemin birleşmesi ancak Cumhuriyet döneminde mümkün olacaktı.

II. Meşrutiyet ve Son Osmanlı Döneminde Okuryazarlık: Rakamlarla Gerçek Tablo

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı eğitim tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Bu dönemle birlikte basın özgürlüğü, dernek kurma hakkı ve siyasal katılım gibi alanlarda yeni bir canlılık yaşandı. Ancak bu özgürleşme atmosferi, eğitim alanına beklenen hızda yansımadı. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu artık siyasi ve ekonomik olarak tükenme dönemindeydi. Buna rağmen Maarif Nezareti, ülke genelinde eğitim verilerini toplayarak ilk defa bilimsel nitelikte istatistiksel raporlar hazırladı. Bu raporlar, imparatorluğun son yıllarındaki okuryazarlık oranlarını ortaya koyan en güvenilir kaynaklar arasındadır.

Maarif Salnameleri ve Eğitim Verileri

Osmanlı eğitim sistemi hakkında en kapsamlı bilgiler, her yıl yayımlanan Maarif Salnameleri (Eğitim Yıllıkları) sayesinde elde edilir. 1894’ten itibaren düzenli olarak yayımlanan bu salnameler, vilayet bazında okul sayısı, öğrenci dağılımı, öğretmen kadrosu ve bütçe bilgilerini içerir. 1913 tarihli Maarif Salnamesi’ne göre, Osmanlı genelinde toplam 36.000 okul bulunuyordu. Bu okullarda yaklaşık 1 milyon öğrenci eğitim görmekteydi. Ancak bu sayı, 23 milyonluk toplam nüfusun sadece yüzde 4’üne denk geliyordu. Yani 1910’ların başında bile nüfusun yüzde 95’inden fazlası okula gitmiyordu.

1913 verilerine göre ilkokul düzeyindeki sıbyan mekteplerinin sayısı 26.000, rüştiyelerin sayısı 600, idadilerin sayısı 110, sultani (lise) düzeyindeki okulların sayısı ise 20 civarındaydı. Yükseköğretim düzeyinde Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) ve birkaç meslek okulu faaliyet gösteriyordu. Öğrencilerin yüzde 90’ı erkekti. Kadınların eğitimdeki payı hâlâ çok sınırlıydı. Maarif Salnamesi ayrıca, vilayetler arasındaki büyük uçurumu da açıkça gösterir: İstanbul’da her 1000 kişiden 100’ü okuma yazma bilirken, Doğu Anadolu vilayetlerinde bu oran 10’un altındaydı.

Vilayetlere Göre Okuryazarlık Farkları

Osmanlı’nın son döneminde eğitim seviyesi, coğrafi konum ve ekonomik yapı ile doğrudan ilişkiliydi. Balkan vilayetleri (Selanik, Manastır, Kosova), Avrupa ile yakın temasta oldukları için okuryazarlık oranı bakımından diğer bölgelere göre daha ilerideydi. 1910’lu yıllarda Selanik vilayetinde erkeklerde okuryazarlık oranı yüzde 25’e, kadınlarda yüzde 8’e kadar ulaşmıştı. Buna karşılık Arap vilayetlerinde (Suriye, Hicaz, Yemen) erkeklerde yüzde 5, kadınlarda ise yüzde 1’in altında kalmıştı. Anadolu’nun merkezi bölgelerinde, özellikle Konya, Sivas ve Kastamonu gibi vilayetlerde erkeklerde oran yüzde 10 civarındaydı.

Osmanlı idaresi, bu dengesizliği azaltmak için vilayet maarif müdürlükleri aracılığıyla yerel projeler geliştirdi. Ancak bu girişimler çoğu zaman kısa ömürlü oldu. Çünkü savaşlar, ekonomik sıkıntılar ve siyasi istikrarsızlık, eğitimi sürekli kesintiye uğrattı. 1912–1913 Balkan Savaşları sırasında birçok okul ya kapandı ya da askerî karargâh olarak kullanıldı. Ardından Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, eğitim bütçesi tamamen askeri harcamalara kaydırıldı. Bu durum, zaten zayıf olan okuryazarlık oranlarını daha da aşağı çekti.

1914–1918: Savaş Dönemi ve Eğitimde Gerileme

Birinci Dünya Savaşı yılları, Osmanlı eğitim sisteminin en zor dönemiydi. Erkek nüfusun önemli bir kısmı askere alındı, öğretmenler cepheye gönderildi. Maarif Nezareti’nin 1916 raporuna göre, ülkedeki öğretmen sayısı 5 yıl içinde yarı yarıya azaldı. Okul binalarının bir kısmı yıkıldı veya askerî amaçlarla kullanıldı. Öğrenci sayısı da dramatik biçimde düştü. 1914’te 1 milyon civarında olan öğrenci sayısı, 1918’de 400 bine geriledi. Bu yıllarda okuma yazma öğrenimi neredeyse sadece büyük şehirlerde sürdürülebildi. Köylerdeki eğitim tamamen durdu.

Bu dönemin tanıklarından olan eğitimci Satı Bey (Satı el-Husri), 1917’de yazdığı bir raporda şöyle der: “Devletin maarifi bitmiştir. Artık köylerde hoca yok, çocuklar cahil kalmıştır.” Bu ifade, savaş yıllarının eğitim üzerindeki yıkıcı etkisini özetler. Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’nin karşısında devasa bir cehalet tablosu vardı. Savaş öncesinde başlayan modernleşme çabaları yarım kalmış, eğitim sistemi yeniden dağılmıştı. Ancak bu zayıf zemine rağmen, Cumhuriyet kısa sürede büyük bir eğitim seferberliği başlatacaktı.

1919–1922 Arası: Kurtuluş Savaşı Döneminde Okuma Yazma

Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’daki eğitim faaliyetleri, neredeyse tamamen gönüllü girişimlerle yürütüldü. Milli Mücadele liderleri, savaşın ortasında bile eğitimin önemini vurguluyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1921’de Maarif Kongresi’ni toplayarak eğitimde millî bir vizyon belirlemeye çalıştı. O dönemde yapılan sayımlara göre Anadolu’da ilkokul düzeyinde 4.894 okul, 8.000 civarında öğretmen ve yaklaşık 300.000 öğrenci bulunuyordu. Nüfusun büyük kısmı hâlâ okuma yazma bilmiyordu. Erkeklerde oran yüzde 8–10, kadınlarda yüzde 1 civarındaydı. Bu tablo, Cumhuriyet’in eğitim reformlarını neden bu kadar kararlı uyguladığını açıklar.

Bu dönemde en önemli ilerleme, “millî mektepler” adı verilen halk eğitimi girişimleriydi. Cephe gerisinde açılan bu okullarda, savaşın ortasında dahi çocuklara okuma yazma öğretilmeye çalışıldı. Ancak savaşın getirdiği yıkım, kaynak yetersizliği ve öğretmen eksikliği nedeniyle kapsam sınırlı kaldı. Yine de bu girişimler, Cumhuriyet’in ilanından sonra gerçekleştirilecek okuma yazma seferberliğinin zihinsel temelini oluşturdu.

Osmanlı’nın Son Nüfus Sayımı Verileri

Osmanlı’da modern anlamda ilk nüfus sayımı 1882 yılında yapılmış, ancak okuma yazma verisi içermemiştir. 1907 nüfus sayımı ise bu konuda sınırlı bir bilgi sunar. 1907 sayımında, nüfusun yaklaşık yüzde 6’sının okuma yazma bildiği tahmin edilmiştir. 1914 Maarif verileriyle karşılaştırıldığında bu oran, 1923’te Cumhuriyet kurulduğunda bile yüzde 10’u geçmemiştir. Bu da Osmanlı’nın yüzyıllar süren eğitim sisteminin, geniş halk kesimlerine ulaşamadığını gösterir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan sayımlarda da tablo değişmemiştir: 1927 nüfus sayımına göre Türkiye’de genel okuryazarlık oranı yüzde 10’dur (erkeklerde yüzde 20, kadınlarda yüzde 4,5).

Bu rakamlar, Osmanlı eğitim mirasının Cumhuriyet’e nasıl bir yük devrettiğini açıkça ortaya koyar. Okuma yazma oranı yalnızca bir istatistik değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün göstergesidir. Osmanlı’nın modernleşme çabaları önemli adımlar atsa da, merkezî otoritenin zayıflığı, ekonomik kaynak yetersizliği ve dildeki karmaşıklık, bu sürecin tamamlanmasını engellemiştir. Cumhuriyet yönetimi, işte bu eksik kalan modernleşme sürecini tamamlamak için radikal adımlar atacaktı.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Okuma Yazma Devrimi: Bir Uyanışın Hikayesi

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye nüfusunun yalnızca yüzde 10’u okuma yazma biliyordu. Yani her on kişiden dokuzu devletin çıkardığı bir bildiriyi, gazeteyi veya bir tabelayı okuyamıyordu. Bu, sadece bir eğitim sorunu değil, bir ulus inşası meselesiydi. Çünkü yeni kurulan devlet, egemenliğin kaynağını “millet” olarak belirlemişti; ancak milletin büyük kısmı okuma yazma bilmediğinde bu ilke anlamını yitiriyordu. Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında en büyük öncelik, halkın eğitim seviyesini yükseltmek oldu. Bu hedef, Osmanlı’nın yüzlerce yıllık ihmal edilmiş eğitim sisteminin mirasına karşı bir devrim niteliği taşıyordu.

1928’de gerçekleştirilen Harf Devrimi, bu dönüşümün sembolü haline geldi. Arap harfleriyle yazılan Osmanlıca yerine Latin temelli Türk alfabesi kabul edildi. Bu değişiklik, yalnızca bir alfabe reformu değildi; bilgiye erişim biçimini tamamen değiştirdi. Yeni alfabe, Türkçenin ses yapısına uygun olduğu için öğrenmesi kolaydı. Artık bir yetişkin birkaç hafta içinde temel okuma yazmayı öğrenebiliyordu. Devlet, bu fırsatı bir seferberliğe dönüştürdü. 1928–1936 yılları arasında milyonlarca yetişkin “Millet Mektepleri” aracılığıyla yeni harfleri öğrendi. Bu hareketin başöğretmeni ise bizzat Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Millet Mektepleri ve Okuma Yazma Seferberliği

Harf Devrimi’nin hemen ardından çıkarılan kanunla, her ilde ve ilçede Millet Mektepleri açıldı. Bu okullarda kısa süreli kurslarla yetişkinlere okuma yazma öğretildi. Kadınlara yönelik özel sınıflar da açıldı; çünkü okuryazarlıkta en büyük fark cinsiyet temelliydi. 1935 yılına gelindiğinde 1 milyondan fazla kişi bu kurslardan mezun olmuştu. Aynı dönemde ilkokul sayısı da hızla arttı: 1923’te 5 bin olan okul sayısı, 1938’de 10 bini geçti. Artık eğitim devletin asli görevi haline gelmişti. Maarif Vekaleti’nin bütçesi her yıl arttı, öğretmen yetiştiren okullar kuruldu, köylere öğretmen gönderildi. “Halka gitmek” ideali, Cumhuriyet’in eğitim politikalarının özünü oluşturdu.

Bu reformların sonucu kısa sürede kendini gösterdi. 1927 nüfus sayımında yüzde 10 olan okuryazarlık oranı, 1940’ta yüzde 23’e, 1950’de yüzde 33’e yükseldi. Kadınlarda bu artış daha dramatikti: 1927’de yüzde 4 olan kadın okuryazarlığı, 1950’de yüzde 18’e çıktı. Elbette bu rakamlar bugünün standartlarına göre hâlâ düşüktü; ancak Osmanlı’nın bıraktığı eğitim tablosu düşünüldüğünde, birkaç on yılda kat edilen mesafe olağanüstüydü. Cumhuriyet, Osmanlı’nın eksik bıraktığı modernleşme sürecini tamamlamış, eğitimi sınıfsal ve dini ayrıcalıklardan arındırmıştı.

Osmanlı Mirasının Cumhuriyet’e Bıraktığı Zorluklar

Osmanlı’dan devralınan eğitim sisteminin en büyük sorunu, birliğin olmamasıydı. Her bölgede farklı müfredatlar, farklı öğretim yöntemleri ve hatta farklı diller kullanılıyordu. Arapça, Farsça, Türkçe ve yerel lehçeler iç içeydi. Harf Devrimi’yle bu karmaşa sona erdi, ancak geçiş süreci kolay olmadı. Bir gecede bin yıllık yazı sistemi değiştiği için, eski harflerle yazılmış tüm belgeler bir anda okunamaz hale geldi. Bu durum, tarihsel hafızada bir kopuşa yol açtı. Ancak Atatürk bu riski göze aldı, çünkü hedef geçmişi değil, geleceği okur hale getirmekti.

Osmanlı’dan devralınan bir diğer sorun da öğretmen eksikliğiydi. 1923’te Türkiye genelinde yalnızca 10 bin civarında öğretmen bulunuyordu ve bunların çoğu şehir merkezlerinde görev yapıyordu. Köylerde eğitim yok denecek kadar azdı. Bu boşluğu doldurmak için 1940’ta Köy Enstitüleri kuruldu. Bu kurumlar, kırsal kesimde yaşayan gençleri hem öğretmen hem de üretici bireyler olarak yetiştiriyordu. Böylece Osmanlı döneminde şehirlerle köyler arasındaki eğitim uçurumu yavaş yavaş kapanmaya başladı. Cumhuriyet’in eğitim politikası, Osmanlı’nın bıraktığı mirası dönüştürmeyi başardı.

Okuma Yazma Bilmenin Toplumsal Etkisi

Osmanlı döneminde okuma yazma bilmek yalnızca elitlerin ayrıcalığıydı; Cumhuriyet bu ayrıcalığı halka mal etti. Yeni alfabe, halkın devletle olan mesafesini kapattı. İnsanlar artık kendi dillerinde yazılmış gazeteleri okuyabiliyor, mektuplaşabiliyor, dilekçe yazabiliyordu. Bu, demokrasinin temeli sayılabilecek bir değişimdi. Bilgiye erişim artık yalnızca medrese mezunlarının tekelinde değildi. Kadınlar da bu sürecin aktif bir parçası haline geldi. 1930’larda kadın öğretmenlerin sayısı hızla arttı, kız çocuklarının okullaşma oranı yükseldi. Böylece Osmanlı’nın yüzyıllarca sürdürdüğü eğitimde cinsiyet eşitsizliği yavaş yavaş ortadan kalktı.

Okuma yazma bilmek, toplumun zihinsel dünyasını da dönüştürdü. Halk, gazete ve kitaplarla dünyayı tanımaya başladı. Bu bilgi akışı, yeni fikirlerin, siyasal bilincin ve kültürel canlılığın önünü açtı. Artık eğitim yalnızca bir elit uğraşı değil, toplumsal bir hak olarak görülüyordu. Cumhuriyet’in eğitim reformları sayesinde Osmanlı’nın “okuma bilen azınlığı” yerini “öğrenen toplum”a bırakıyordu. Bu değişim, sadece harflerde değil, düşünme biçiminde gerçekleşti.

Kişisel Gözlem: Cehaletten Bilgiye Uzanan Yol

Osmanlı’da okuma yazma oranlarını incelerken beni en çok etkileyen şey, bilginin ne kadar sınırlı bir zümrenin elinde olduğunu görmekti. Bir devletin yönetim kademelerinde, ilmiye sınıfında ya da saray çevresinde bilgiye erişim vardı; ancak köylerde yaşayan milyonlarca insanın hayatı, hiç kitap görmeden geçiyordu. Cumhuriyet’in yaptığı şey, sadece okulları artırmak değil, bilgiye ulaşma hakkını eşitlemekti. Bugün geçmişe baktığımda, bu farkın toplumun zihinsel özgürlüğünü nasıl etkilediğini daha net görebiliyorum.

Osmanlı’nın medreseleri, kendi döneminin koşullarında önemliydi ama zamana yenildiler. Modernleşmeyi geciktiren şey cehalet değil, eğitimin toplumun geneline yayılmamasıydı. Cumhuriyet bu zinciri kırdı. Harf Devrimi ve eğitim seferberliği, sadece bir eğitim hamlesi değil, bir halk uyanışıydı. Bugün her bireyin okuyup yazabildiği bir toplumda yaşamak, o geçmişte atılan cesur adımların sonucudur. Osmanlı’da okuma yazma oranı düşüktü; ama o düşüklük, bir milletin geleceğe ışık tutma kararlılığına dönüşmüştü. Bazen en büyük devrim, bir harfi doğru yazmakla başlar.

Osmanlı’da Okuma Yazma Bilme Oranı Kaçtı?

Osmanlı'da Okuma Yazma Bilme Oranı Kaçtı?
Bu makalenin telif hakkı ve tüm sorumlulukları yazara ait olup, şikayetler için lütfen bizimle iletişime geçiniz.
URL:

Yorumlar

  • Bu makaleye henüz hiç yorum yazılmamış. İlk yorumu yazan siz olabilirsiniz.

Bu yazıya siz de yorum yapabilirsiniz

İnternet sitemizdeki deneyiminizi iyileştirmek için çerezler kullanıyoruz. Bu siteye giriş yaparak çerez kullanımını kabul etmiş sayılıyorsunuz. Daha fazla bilgi.